Yine uzunca bir ara verdikten sonra ele aldığım bu yazımı içimi Nilgün Marmara'ya dökermiş gibi yazıyorum. Çünkü ona benzetmekten korktuğum bu hayatımı onun hissiyatı ile yaşıyorum.
"Anlaşılamamak, birbirine en yakın iki insan arasındaki derin bir uçurummuş." Bu sözü ilk okuduğumda içimden dedim ki "Birbirine en yakın olan iki insanın, birbirine bu denli uzak olması nasıl mümkün olabilir? Yani zaten birbirine yakın olan iki insanın birbirini anlamaması mümkün müdür? Değildir." Ama öyle değilmiş. İnsanların birbirine yakınlığı fiziksel ortam ile sınırlı değilmiş.
İki insan birbirini ancak sevdiği kadar anlayabilir ve ancak anladığı kadar yakın olabilirmiş. Yakınlığı da anlayışı da ne yıllar ne de mesafeler ile ölçmek mümkün değilmiş. Bazen aynı çağda birbirine rastlamamış iki kişi bile birbirlerini yanındakilerden daha iyi anlayabilirmiş.
Kitaplara bu denli düşkün olmamın nedeni yıllardır kendi içimde arar dururum. Nilgün Marmara ve yaşadıkları sayesinde keşfettim ki, benim kitaplara düşkünlüğüm içerilerinde yer alan karakterlerden kaynaklıymış. Ben yazarın kendi içerisindeki duyguları da düşünceleri de karakterler aracılığı ile dışa vurmasından etkileniyor, o karakterlerin her birinde kendimi buluyormuşum. Şu kaç milyar nüfusu olan dünyada bulamadığım yürekleri yazarın birkaç sayfalık kitabında buluyor, kendimi o kitaplara hapsedebilmek için sürekli okuyormuşum. "Ben kitaplarda okuduğum karakterlerin onda birini dahi yer yüzüne bulamamalarıma kırgınım." dememin nedeni de buymuş.
Nilgün Marmara'nın eşinin "Şiir yazdığını bile bilmezdim, bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı." demesine öfkelenirken, kendimi aynı uzaklığın içerisinde bulmuşum. Yine kaçtığım şeye tutsak olmuş, korktuğum şeyi başıma getirmiş, bir Oğuz Atay çaresizliği ile "Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim. Çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz. Yaşarken anlaşılmaya mecburum." cümlesini haykırır olmuşum.
Çünkü anladım ki anlattıklarımız da, yaşadıklarımız da karşımızdakilerin görmek istedikleri kadarmış. Bir insan ancak istediği kadar anlayabilirmiş bizi. Düşünceleri karşıdakine ileten dil değil duygularmış. Gerçekten anlamak isteyene bir bakış yeterliymiş. Uzunca yazılan cümleler de, sayfalarca yapılan açıklamalar da bir bakışa denk dahi değilmiş.
"Anlaşılamamak, birbirine en yakın iki insan arasındaki derin bir uçurummuş." Bu sözü ilk okuduğumda içimden dedim ki "Birbirine en yakın olan iki insanın, birbirine bu denli uzak olması nasıl mümkün olabilir? Yani zaten birbirine yakın olan iki insanın birbirini anlamaması mümkün müdür? Değildir." Ama öyle değilmiş. İnsanların birbirine yakınlığı fiziksel ortam ile sınırlı değilmiş.
İki insan birbirini ancak sevdiği kadar anlayabilir ve ancak anladığı kadar yakın olabilirmiş. Yakınlığı da anlayışı da ne yıllar ne de mesafeler ile ölçmek mümkün değilmiş. Bazen aynı çağda birbirine rastlamamış iki kişi bile birbirlerini yanındakilerden daha iyi anlayabilirmiş.
Kitaplara bu denli düşkün olmamın nedeni yıllardır kendi içimde arar dururum. Nilgün Marmara ve yaşadıkları sayesinde keşfettim ki, benim kitaplara düşkünlüğüm içerilerinde yer alan karakterlerden kaynaklıymış. Ben yazarın kendi içerisindeki duyguları da düşünceleri de karakterler aracılığı ile dışa vurmasından etkileniyor, o karakterlerin her birinde kendimi buluyormuşum. Şu kaç milyar nüfusu olan dünyada bulamadığım yürekleri yazarın birkaç sayfalık kitabında buluyor, kendimi o kitaplara hapsedebilmek için sürekli okuyormuşum. "Ben kitaplarda okuduğum karakterlerin onda birini dahi yer yüzüne bulamamalarıma kırgınım." dememin nedeni de buymuş.
Nilgün Marmara'nın eşinin "Şiir yazdığını bile bilmezdim, bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı." demesine öfkelenirken, kendimi aynı uzaklığın içerisinde bulmuşum. Yine kaçtığım şeye tutsak olmuş, korktuğum şeyi başıma getirmiş, bir Oğuz Atay çaresizliği ile "Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim. Çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz. Yaşarken anlaşılmaya mecburum." cümlesini haykırır olmuşum.
Çünkü anladım ki anlattıklarımız da, yaşadıklarımız da karşımızdakilerin görmek istedikleri kadarmış. Bir insan ancak istediği kadar anlayabilirmiş bizi. Düşünceleri karşıdakine ileten dil değil duygularmış. Gerçekten anlamak isteyene bir bakış yeterliymiş. Uzunca yazılan cümleler de, sayfalarca yapılan açıklamalar da bir bakışa denk dahi değilmiş.
Yorumlar
Yorum Gönder